Yaşam

Tarım Devrimi: Bir gereklilik mi yoksa bir tercih mi?

Çiler Çilingiroğlu*

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sadece kuvvet alanında değil, tahıl ikmali alanında da büyük bir risk oluşturuyordu. Ukrayna’da üretilen buğdaya bağımlı hale gelen ve bu bağımlılığın risklerine karşı B planı olmayan birçok ülke bu ani savaşın etkilerine maruz kaldı. Buğdayın anavatanı ve ilk geliştiği coğrafya olan Türkiye de bu ülkelerden biriydi. Tahıl koridoru açmak için yapılan diplomatik müdahalelerle Avrasya bozkırlarından tonlarca buğday gemilerle Güney’e taşınmaya başlandı.

Bu krizin tetiklediği buğday kıtlığı ve olası açlık senaryoları, bizi insanlığın en temel gıda kaynaklarından birinin tarihini yeniden düşünmeye sevk etti. Arkeologlar için bu, insanların avcı-toplayıcılıktan çıkıp yiyecek üretimine geçtiği, yani çiftçilik ve hayvancılığa başladıkları Neolitik dönemi düşünmek anlamına geliyor.

Bu yazıda sormak istediğim soru şu: Tarım tarihsel bir zorunluluk olarak mı ortaya çıktı? Yoksa benzersiz ve olumsal süreçlerin akışındaki insan kültürel tercihlerinin bir sonucu muydu?

Bu kadar kısa bir yazıda bu kadar büyük bir soruya cevap vermek kolay değil, kabul ediyorum; ancak benim önerim, bu tartışmayı arkeolojik niyet tarihi boyunca kısa bir turla örneklemek olacaktır.

Klasik formülle çapa yapan kadın çiftçi.

TARIM DEVRİMİNE İLİŞKİN İLK ÖNERİLER

Henüz arkeoloji denen bir bilim ortaya çıkmamışken, tarihçiler tarımın ortaya çıkışı ile uğraşıyorlar. Daha önce Antik Yunan’da insanların gelişim evreleri incelenmişti. Daha sonra İncil’de Adem’in Yakın Doğu’da çiftçilik yaptığı ve önce tunçtan sonra da demirden yapılmış aletler kullandığı söylenmiş ve çeşitli teknolojik gelişmelerle insanlığın bu güne kadar geldiğine dair genel bir tablo çizilmiştir.

Ancak “insanlık tarihi” adı verilen bütüncül bir anlatının gelişmesi için Aydınlanma Devrimi’nin yaşanması gerekiyordu. Aydınlanma Çağı’nın değerli düşünürlerinden Turgot ve Condercet, tarımın ortaya çıkışını Avrupa merkezli, ilerici ve çizgisel bir tarihsel anlayışla ele almış; insanlığın uygarlığa giden gerçek ilerleme süreçlerinde geçirdiği zorunlu aşamalardan biri olarak tanımladılar. Turgot, 1750 tarihli ‘İnsan Zihninin Gelişmeleri Üzerine’ adlı çalışmasında, tarımı, hayvancılık ve göçebelikten sonra zorunlu bir ilerleme olarak kaydeder. Condercet, 1794 tarihli “İnsan Zekâsının İlerlemesi Üzerine Tarihsel Bir Tablo Taslağı” adlı metninde avcılık-balıkçılık ve göçebe adımlarının ardından “çiftçi milletler”i örnek olarak verir.

19. yüzyıla geldiğimizde kozmik tarih anlayışını en çok etkileyen Lewis Henry Morgan’ın ‘Ancient Society’ kitabı olmuştur. Morgan, kitabında tarımın başlangıcını barbarlık aşamasının ilk aşamasına yerleştirmeyi uygun buldu. Kendisinden oldukça etkilenen ve ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ adlı kitabını yazan Friedrich Engels, Avrupa merkezli, ilerici ve doğrusal anlatıya son şeklini vermiş ve tarımın vazgeçilmez bir aşama olduğu fikrini uygun bir şekilde yerleştirmiştir. bilim ve düşünce dünyasında evrensel tarihin Tarımın arkeolojik veriler olmadan nasıl ortaya çıktığı sorusuna şimdiye kadar saydığımız herkes cevap verdi.

TARIMIN BELİRLEYİCİ TEORİLERİ

20. yüzyıldan itibaren arkeolojik bilgiler de kuramsal düşüncede yerini almaktadır. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar olan tarım devrimi teorilerini “determinist teoriler” genel başlığı altında değerlendirmek mümkündür. Bu teoriler ekoloji, ekonomi veya nüfus baskısı gibi göstergelere dayandırılmış ve tarihsel süreçleri bu tespitler dahilinde açıklamıştır.

Ancak başlangıçta sadece arkeoloji değil, paleoekoloji verileri de bu konuya tatmin edici cevaplar vermek için yeterli değildi. Bunun en iyi örneği, Pumpelly’nin “vaha teorisi” önerisidir. Buzul Çağı’nın sonunda gelişen büyük bir kuraklığın tüm canlıları sulak alanlara hapsetmeye zorladığı ve bunun sonucunda türler arası etkileşimin gıda üretimine yol açtığı iddiası, mevcut paleoiklim bilgilerimizle çelişmektedir. Bugün gerçek kurak dönemin Buz Devri olduğunu biliyoruz. Holosen ile birlikte bol yağışlı ve ılıman bir iklime sahip olan bu ani değişimle birlikte yeryüzündeki bitki ve hayvan toplulukları hiç olmadığı kadar çoğaldı, gelişti ve yayıldı.

Pumpelly gibi Childe da tarımsal önerilerini şekillendirirken doğal olarak zamanının paleoiklim verilerine güvendi ve Holosen’in kurak olduğu yanılgısını yeniledi. Ayrıca tarımın kaynağı olarak Nil Vadisi’ni öne sürerek başka bir hata yaptığını görüyoruz. Ancak tarımın doğuşunu 1884 yılında dört farklı disiplinin bilgisi ile sentezleyen Alphonse de Candolle, buğdayın ilk olarak Fırat Havzası’nda yetiştirildiği önerisini çoktan geliştirmişti. 1927 gibi erken bir tarihte H. Peake ve HJ Fleure, yabani buğdayın coğrafi dağılımına dayanarak Güneydoğu Anadolu’yu buğdayın evcilleştirildiği bölge olarak tanımladılar.

Neolitik Devrim kavramını yaratan Avustralyalı arkeolog
Gordon Childe.

Childe, Pumpelly’den farklı olarak tarıma geçişi ekolojik kararlılıkla açıklamaktan kaçınmış, bunun yerine kendi kuramsal çerçevesine uygun olarak üretim tarzındaki değişimi bu süreçte başat faktör olarak belirlemiştir. Childe, Marksist materyalist ideolojinin tınılarını somutlaştıran yaklaşımıyla, ekonomik belirlenimi Neolitik Dönem çalışmalarının temel soru ve sorunu haline getirdi. Childe, 1952 tarihli kitabından ünlü pasajında ​​şunları söyledi:

Gıda üretimi – gıda bitkilerinin, özellikle tahılların bilinçli bir şekilde yetiştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi, yetiştirilmesi ve seçilmesi, ekonomik bir devrimdi, insanlık tarihinde ateşin kontrolünden bu yana en büyük devrimdi. Bu devrim, insanlığın kendi çabasıyla elde ettiği daha güçlü ve sağlam bir besin kaynağının yolunu açmıştır.

Gelelim 20. yüzyılın ikinci yarısına. Leslie White, 1959 gibi erken bir tarihte Neolitik için nüfus baskısının değerinden bahseden ilk araştırmacılardan biriydi. Ardından Cohen’in 1977 tarihli ‘Tarih Öncesinde Gıda Krizi’ kitabı geliyor. Cohen’in açıkladığı gibi, insanlık tarihinin yüzde 99’u avcı-toplayıcıydı ve bu aslında insan tarafından şimdiye kadar geliştirilen en başarılı adaptasyon. Dolayısıyla tarım bir itici nedenin sonucu olarak ortaya çıkmış olmalıdır. Cohen’e göre, Holosen Çağ’ın başlamasıyla ortaya çıkan yerleşik yaşam, insan nüfusunun ani ve hızlı bir şekilde çoğalmasına neden oldu. Göçebe hayatında tek çocuğu olan ailelerin artık kısa aralıklarla çok sayıda çocuğu olabiliyordu. Aniden artan nüfusla baş edebilmek için insanlık tarım ve hayvancılığı geliştirmiş, öngörülebilir hasat zamanlarına güven vermiş, yiyecek ihtiyacını depolayarak ve uzun süre muhafaza ederek karşılamıştır.

Dünyada buğdayın ilk ıslah edildiği yer: Karacadağ (Diyarbakır)

Ekonomik olarak belirlenen bu modellerin Neolitik araştırmaları 20. yüzyılın sonlarına kadar etkilediğini söylemek mümkündür. Neolitik çalışmalar, klasik olarak flora, fauna, iklim, tarım teknikleri ve evcilleştirmeye dayalı bilimsel çalışmalar üretmeye devam etmiş; sosyal, kültürel ve ideolojik faktörler uzun süre göz ardı edilmiştir. Örneğin, Jarmo ve Çayönü’nde kazı yapan Robert ve Linda Braidwood, Toros-Zagros yayını çevreleyen yağmurlu dağ eteklerinde ilk tarımın başlayabileceği önerisini test eden ilk araştırmacılar arasındaydı. “Bereketli Hilal’in dağlık yamaçları” adını verdikleri bu ekolojik nişin, Batı Asya’daki tarımın çekirdek bölgesini oluşturduğunu haklı olarak ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, zooarkeoloji ve arkeobotanik gibi disiplinleri araştırmanın vazgeçilmez bileşenleri haline getirerek, geçimlik ekonomi ve evcilleştirmeye odaklanan Neolitik metodolojiyi oluşturdular.

Bugün baktığımızda Neolitik yaşam tarzının ortaya çıkışına dair ne ekolojik, ne ekonomik ne de nüfus baskısı-belirli teorileri destekleyen sağlam bilgiler buluyoruz. İklim değişikliği tek başına tarıma geçişi açıklamaya yetmiyor. Üretim tarzı ve araçlarının değişimi, erken Holosen insan toplumlarını anlamak için çok mekanik, hatta sığ bir bakış açısı sunuyor. Nüfus baskısı tarih boyunca Batı Asya’da hiçbir zaman büyük dönüşümleri tetiklemedi: coğrafya uçsuz bucaksız, insanlar az. Bugünkü bakış açımız, 20. yüzyılın sonlarından itibaren farklı bir tarihsel düşünceye evrildi.

EKOLOJİ-İNSAN ETKİLEŞİMİ OLARAK TARIMA GEÇİŞ

Ana akım Neolitik çalışmalar geçimlik modele odaklanmaya devam ederken, 1960’lardan itibaren tarihin doğrusal ve ilerici ideolojilerine arkeoloji ve antropoloji içinde tamamen meydan okundu. Öte yandan ekolojik kararlılık bazı araştırmacılar tarafından sorgulanmış ve insan faillik kapasitesinin çok fazla geri planda bırakıldığı vurgulanmıştır. Bu noktada değerli isimlerden biri de hiç şüphesiz “kültürel ekoloji” anlayışına “ekolojik olabilirlik” olarak yeni bir soluk getiren Marshall Sahlins’tir. İnsanın pasif, doğal çevresinin aktif olarak sunulduğu kuramsal yaklaşıma karşı, insanın aktif, çevrenin pasif olduğu yeni bir bakış açısı getirmiştir. 1964 tarihli ‘Kültür ve Çevre’ kitabı, ekoloji-insan diyaloğunun değerini vurgulayan değerli bir eser olarak duruyor.

Amerikalı antropolog Marshall Sahlins.

Neolitik çalışmalar bağlamında kültürel ekolojinin değerli bir kahramanı olan Kent Flannery. Botanikçi Hans Helbaek’in çalışmalarından etkilenen Flannery tarafından geliştirilen Neolitik teoriyi burada yeterince tanımlayacak yerimiz yok. Yine şöyle özetlemeye çalışayım: Flannery, insanların tahıl toplarken bilinçli olarak dikenleri (rachis) kırılgan olan bitkileri değil, sert, kırılmayan ve tohumları etrafa saçmayan bitkileri seçtiklerini belirtiyor. Evrim sürecinde dezavantajlı durumda olan sert omurgalı bitkiler, insan müdahalesi sonucunda avantajlı hale gelmiş ve insan-bitki ortasında ortaya çıkan bu yeni ilgi biçimi tarımın ortaya çıkışını hazırlamıştır. Hardy omurgalı mutantları artık tahılların gen havuzunda artmıştı. Her hasat döngüsü, bu insan yapımı müdahaleyi güçlendirdi. İnsanlar da aynı işlemlerde taneleri kabuklarından ve kabuklarından ayırma teknolojilerini geliştirmiş, tohumları kırma ve öğütme taşları ile işleyerek hasat edilen bitkilerin gıda olarak tüketilmesini sağlamıştır. Bu tahminler sonucunda Flannery, Yukarı Mezopotamya’nın meşe-fıstık yayı tarımın ilk geliştiği ekolojik ortam olarak öne sürmüş ve bunda yanılmamıştır.

NEOLİTİK ARAŞTIRMALARDA İNSANIN KEŞFİ

Görüldüğü gibi Flannery’e kadar olan bu süreçte insanın katkısı tarımın ortaya çıkışında neredeyse tamamen geri plana atılmıştır. İnsan, iklimden, nüfustan, ekolojiden, dağlardan, meşelerden, yer fıstığından, buğdaydan, mercimekten bahsederken, kendisi dışındaki her türlü faktörün etkisi altında mekanik ve akılcı hareket eden bir tür siborg olarak tasavvur edilmeye devam edilmiştir. İnsan failliği bu devrimci süreçte tam olarak nerede yatıyordu? Bu soruyu sorabilmek için insanı ve kültürü arkeolojinin teorik dünyasına geri getirmek gerekiyordu. Süreç sonrası arkeolojinin tam olarak bunu başardığını söyleyebiliriz. Toplumları ekolojik ya da termodinamik sistemler olarak tasavvur eden Yeni Arkeoloji, 1970’lerin sonlarından itibaren kendi sorularını yanıtlayamamakta, ortaya koymak istediği kozmik öğelere ulaşamamaktadır. Post-modern düşüncenin Aydınlanma düşüncesine yönelik tutumu ile arkeoloji, daha önce hiç olmadığı kadar zengin ve renkli bir çoğulculuğa kavuşmuştur. Çok iyi bilindiği sanılan tüm tarihsel süreçler yeniden sorgulanmaya başlandı.

Bu teorik gelişme, Neolitik araştırmaları doğrudan etkiledi. Neolitik Devrim’in ortaya çıkışı ilk kez Avrupa merkezli, teleolojik ve doğrusal olmayan bir vizyonla tartışıldı. Ayrıca disiplinin klasik yapısındaki erkek merkezli ve tanrı merkezli bakış açısının sorgulanması, özellikle bitki bilgisinin derinliği nedeniyle Neolitik Devrim’de tarımın ortaya çıkışında kadının teslimiyetine yol açmıştır. Son olarak, insanlık tarihindeki değerli dönüm noktalarında, ideolojinin rolü, yani kültürlerin doğayla olan bağlantılarındaki kozmolojik anlayışı ilk kez ciddiye alındı.

Bu yeni kuramsal açılımlar içinde üç değerli isimden bahsetmek istiyorum: Barbara Bender, Brian Hayden ve Jacques Cauvin.

EKOLOJİ DEĞİL, SOSYAL YAPILAR

Bender’in 1978 tarihli ‘Toplayıcı-Avcıdan Çiftçiye: Sosyal Bir Perspektif’ başlıklı makalesi bu konudaki en sevdiğim makalelerden biridir. Bender, insandan önce gelen “avcı-toplayıcı” terimini “toplayıcı-avcı” anlamında kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda tarıma geçişi toplumsal dinamikleriyle de irdeliyor. Bunu yaparken ekoloji, iklim, nüfus gibi dış etkenlerden çok iç toplumsal dinamikleri ön planda tutar. Antropolojik ve etnografik kayıtların bize açıkça gösterdiği bir şey, tarihsel süreçlerdeki ana aktörlerin ekoloji değil, sosyal yapılar olduğudur. Dolayısıyla arkeologların üzerinde durması gereken nokta toplumların yapılarıdır.

Bender’in toplumsal bakış açısını geliştirirken yararlandığı kaynaklar, yaklaşımının teorik çerçevesini anlatmak için yeterlidir. Marshall Sahlins’in “ev içi üretim modeli” ya da “yerli üretim tarzı” görüşü bunlardan biridir. Bu modelde amaç servet biriktirmek değil, kendini yeniden üretmektir. Bu nedenle Neolitik ev böyle bir açıdan ele alınmalıdır.

Fransız post-Marksist antropologlar da Bender’in diğer kaynaklarının ortasındalar. C. Meillassoux ve M. Godelier’in devlet öncesi klasik toplumların işleyişi üzerine geliştirdikleri ve Marksist teorinin bu alandaki boşluklarını ve boşluklarını kapatmaya çalıştıkları proje, Bender’in toplumsal bakış açısını oluşturmasında değerli bir yere sahiptir. Takas, dayanışma ağları, çiftleşme pratikleri, üremenin kontrolü, hareketlilik, sosyal eşitlik ve statü hakkında konuşmalar Neolitik araştırma dünyasına giriyor. Bender makalesini şu güçlü sözlerle bitirdi: “Nihayetinde toplumu ifade eden ve evrim modelini belirleyen toplumsal ilişkilerdir.”

Brian Hayden’ın, Bender’in sosyal içerik teorisine “rekabet şöleni” kavramını ekleyerek, tarımın ortaya çıkışında içsel sosyal nedenlerin etkisini daha da perçinlediğini söyleyebiliriz. Bender gibi Hayden de toplumsal yapıdaki değişim ve dönüşümlerin gıda üretimini meydana getiren başlıca faktörler olduğunu öne sürer; Ancak Hayden, Bender’den farklı olarak eşitlikçi ve dayanışmacı uygulamalardan ziyade toplumdaki bazı bireylerin statü kazanmak için gösterişli törenlerle servetlerini toplum içinde paylaştıkları şenlikli etkinliklere odaklanır. Hayden’e göre, bu tıpta, rekabetçi bireylerin sosyal alanda hareket etme özgürlüğü, dünyada ender sayıda yerde ortaya çıkma ve gelişme şansına sahiptir. Bu toplumlar da eşitlikçi hiyerarşik örgütlenmelerinden çıkarak “eşitlik ötesi” toplumlar olma yolunda gelişmektedir.

TARIM ZORUNLU DEĞİLDİR

Bu anlamda tarım, insanların daha güvenilir gıdaya ulaşma çabası değil, en iyi içeceklerin statü sembolü olarak göründüğü coğrafyalarda olumsal bir tarihsel gelişme anlamına gelmektedir. Tarım, statü uğruna ağırlık verilen rekabetçi bireylerin ritüellerinin kasıtsız sonucudur. Batı Asya’da bira, Doğu Asya’da pirinç rakısı (sake), Orta Amerika’da çikolata gibi fermente içecekler bu dönüşümde katalizör görevi gören eserlerdir. Bu açıdan bakıldığında, tarım bir zorunluluk değildir. Daha çok bir gerileme, bilmeden ve istemeden “keşfedilen” bir teknoloji, hatta bilinçsiz bir devrim olarak görünür.

Son olarak Jacques Cauvin’e gelelim. Fransız arkeolog Cauvin, ‘Tanrıların Doğuşu ve Tarımın Kökenleri’ adlı kitabını 1994 yılında yazdı. Kitap, 2000 yılında İngilizce olarak yayınlandı. . Ona göre devrimci olan ekonomik değişim değil; sembollerin dönüşümüdür. Annales Okulu’nun zihniyet tarihçiliği dalından etkilenen Cauvin için Neolitik Devrim’i mümkün kılan, doğaüstü, aşkın varlıkların insan formunda yaratılmasıydı. Neolitik dönemden önce hayvan sembolizminin egemen olduğunu belirten Cauvin, tanrı ve tanrıçaların Neolitik dönemle birlikte icat edildiğini bildiriyor. “Psiko-kültürel yaklaşım” olarak adlandırılan bu görüş, ideolojik dönüşümlerin toplumsal olanı kurmadaki gücünü göstererek, önce fikir, sonra eylem olarak tanımlayabileceğimiz idealist ideolojiye göz kırpıyor. Ayrıca ideolojinin tarihsel süreçlerdeki değerini vurgulayan Frankfurt Okulu da aklımıza gelmektedir.

Cauvin, Neolitik kozmolojiyi eril ve dişil sembollerin birbiriyle çatıştığı yeni bir din olarak tanımlar. Eril simgeler özellikle fallik imgeler ve boğalarla temsil edilirken; kadınsı semboller, şişman, doğuran hanımefendi figürü ile özdeşleşmiştir. Üretimi ve yeniden üretimi simgeleyen bu ikili sistemde güç, kudret, merhamet ve bereket gibi toplumların dayandığı biyolojik ve ekonomik sistemin tasavvurlarının bilinçsizce işgal ettiği değerli yer vurgulanır. Elbette Cauvin’in teorisi tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Hatta mevcut bilgilerimizle bu hipotezin bazen arkeolojik verilerle çeliştiğini rahatlıkla görebiliriz. Ama bu başka bir yazının konusu olsun.

DOLAYLI BİR TAŞMA OLARAK NEOLİTİK

Sonuç olarak, Neolitik Devrim’i dış etkenlerle açıklama eğiliminde olan güçlü bir modernist gelenekten sıyrılmayı başardıkları için bugün sosyal ve ideolojik teorilere daha fazla önem veriyoruz. Bu teoriler bize tarihsel süreçlerde insan failinin baskın değerini hatırlattı. Marksizm ve post-modernizmden sonra, insan dışı ya da insanüstü failleri görünür kılan ve tarihteki rollerini vurgulayan modernlik öncesi ve modernite gelenekleri artık yüzünü insana ve toplumsal, bilişsel, ruhsal ve ideolojik olana çevirmek zorunda kalmıştır. insanın dünyası

Bu bağlamda tarım, evrensel tarih içinde dış etkenlerin insana dayattığı vazgeçilmez bir gelişme “aşama”sı değildir; Oldukça uzmanlaşmış ve çatallanmış tarihsel süreçlerin olumsal bir uğrağıdır. Sürecin kendisi, toplumsal arenada statü biriktirmek isteyen rekabetçi bireylerin icraatları olarak başlamış olabileceği gibi, dayanışmacı bir yapı kurarak geniş bir ağ içinde yaşamlarını sürdüren yerleşik hayatı seçen toplumların yeni çıkarlarının sonucu da olabilir. ittifaklar. Tarım, kozmolojik anlayışı dönüşen Holosen Dönemi’nin yerleşik insanlığının yeni semboller ve inançlar yaratma çabasının bir yan ürünü bile olabilir. Bu önermelerden hangisi geçerli olursa olsun, tarımın tarihin zorunlu bir akışı olmadığı giderek daha açık hale geliyor.

BUĞDAYIN TARİHİ YAZILMAYA DEVAM EDİYOR

Tarihin yüzde 99’u yiyecek arama-avcılıkla, çoğu zaman da tarımdan sonra yine yiyecek arama-avcılıktan vazgeçmeyen toplumlar tarafından yaratılmıştır. Eski toplumlar “doğal olarak” veya “kaçınılmaz olarak” tarıma geçmezler. Bir toplum ise bilinçli tercihler sonucunda tarımcı olmayı benimsemiştir. Tarım toplumlarıyla temas halinde olan ve tarıma hiç geçmeyen toplayıcı-avcıları hatırlayalım.

Dolayısıyla başta sorduğum soruya cevabım şudur: Tarım, tarihin zorunlu bir yönelimi değildir; Farklı coğrafyalardaki toplumların, Üst Paleolitik Dönem’den bu yana özelleşmiş, çok değişkenli ancak doğrusal olmayan veya hedefsiz süreçlerin sonunda çevrelerindeki bitki ve hayvanlarla bilinçli bir biçimde yeni bir bağ kurma çabasıdır. Ancak bu insanlar, eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını elbette asla hayal etmemişlerdir. Neolitik çağın en önemli ilgi alanı olan fermente içeceklere olan ilgisinin, küresel bir açlık ve kıtlık krizinde bugün tamamıyla tarıma bağımlı olan ulus-devletlerde kelebek etkisi yarattığını söylersek sanırım yanılmış olmayız. Buğdayın tarihi bitmedi, devam ediyor.

* Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu